En son ne zaman yaptınız? En son bir dükkana girip enine boyuna ne zaman konuştunuz?

İnternetten alışveriş rahattır elbet. Hiç zahmet etmeden sen kapına gelir, yiyeceğin, giyeceğin, oynayacağın ya da evini süsleyeceğin eşya. Zahmetsiz! Torba taşıma derdi yok, kasada sıra bekleme derdi yok, depoda var mı yok mu bekleme sorunu yok, zaman sorunu yok. Oldukça fazla ama gerçekten fazlaca artısı var elbet. İnkar etmem.

Yalnız internetle ilgili bir iş yapan biri olarak, internetten alışveriş yapamayanlardanım. Bu tamamen benim kişisel sorunum elbet. Oldukça güzel platformlar var, daha karlı ama ben yapamıyorum. Aklıma takılıyor mesela “ya küçük gelirse…”, “gerçekten fotoğraftaki gibi mi duruyor?” bu ve bunun benzeri detaylara takılıyorum.


Can Yücel der ki;
“Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.

“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.

Demeyeceksin işte.

Yaşarsın çünkü.”


Ben de üstadın tezinin üstüne diyorum ki;
“Bağlanmayacaksın ama bağ kuracaksın!”
 

Kitap dahi olsa yapamıyorum. Alamıyorum internetten. Neden? Bağ kurmayı seviyorum çünkü. O kitap kokusunu hiç birşeye değişemem. Mesela Sultanahmet’e gittiğimde o kahvecideki kahve kokusunu da seviyorum. Tuhafiyelerdeki tozu bile seviyorum. O gömleğin kumaşına dokunmayı seviyorum. Kumaş bakmayı, incik boncuk bakmayı, o zeytinyağ şişelerine bakmayı seviyorum.

Peki neden?
Sokakta büyüyen son neslin temsilcilerindenim ben. Son! Mahalle hayatını yaşamış, “topunuzu keserim” tehditlerini duyan, mahalle maçlarına karışan ve maç sonrası soluğu bakkal abiden çekirdek, çikolata ve sakız alarak sonlandırdıktan sonra tüm bunlar için azar işiten, terli terli koşturup hasta olan son nesildenim. O yüzden belki çocukluğumdan çıkamadığım için mahalle değerli benim için.

Yazılarımı takip edenler bilirler “küçük yer” özlemi vardır bende. Hani ilk fırsatta kaçacağımı söylerim. Nedeni bu aslında. Kendimi ait hissettiğim abi, abla, amca, teyze ve belki de dede dediğim aslında hiçbir akraba niteliği taşımayan ama seni akrabandan çok gören insanların olduğu yerler. Birebir iletişim kurduğun insanlarla, aramızda  alıcı satıcı ilişkisinden çok gerçekten saygı ve sevginin olduğu insanlar görmek. Hiçbir şey almasam dahi bir çayını içmeye gideceğim insanlar…

Evden çıkıp amaçsızca kendime en az bir saat ayırıp mahallede turlayıp kafama göre birkaç dükkana girmeyi birşey almayacaksam dahi muhabbet etmeyi seviyorum işte. Oradan buradan konuşmayı…



Son 2 senedir evden çalışıyorum. Yani tüm zamanımı Göktürk’te geçiriyorum. Şehirle bağlantım olduğu zamanlarda hiçbir eksiklik hissetmezdim. Zaten eve geç geldiğimden tüm ihtiyaçlarımı oradan karşılardım. Ama ne kadar yanlış yaparmışım meğer farkettim. Şimdi o zamanlarda sırf zaman kaybetmeyeyim diye buradan birşeyler almadığım ya da burada zaman geçirmediğim için o kadar pişmanım ki… Çünkü zaten “biz oradan alıyoruz” diye birçok yer bitti. Sinema zar zor ayakta mesela, esnaf desen keza öyle.

Şimdi neden bağ kurmamız gerektiğine geliyor sıra…
Bu yazıyı yazmadan iki gün önce şu birçoğumuzun bilmediği pasajdaki, yine birçoğumuzun bilmediği tuhafiyeye girdim. İki tuhafiye vardır orada. İki ablayı da çok severim. Son 3-4 aydır en yakın arkadaşlarım oldu neredeyse. Örgüye sardığımdan ilk fırsatta soluğu onların dükkanlarında alıyorum. İşte iki gün önce o tuhafiyelerden birindeki ablayla muhabbete daldık.

O gün benim canım acıdı. Onun anlattıklarından canım acıdı. Kültürel değerlerimiz ya da geleneklerimiz yavaş yavaş kaybolmaya başladığını gördüğümde canım acıyor. Çünkü önce değerlerini bilmiyoruz, sonra değerini bilenlerde değerinin bilinmediği için ayakta tutamıyorlar o değerleri. Ve o emeklerin birçoğu yitip gidiyor.

Elin gavuru diyoruz ya hani mesela… Eksiğimiz yok fazlamı var. Mesela William Gee’nin hikayesini bir okuyun isterim. 1906’dan bu yana varlar.  110 yıllık tuhafiye!  Şimdi ben tuhafiye dediğimde sizin aklınızda bizimkiler canlanıyor ya, sadece William Gee değil diğer örneklerine de bakın isterim. Mesela bir marka var bir Japon bir Koreli yani iki uzak doğulu Amerikan vatandaşı fakat Fransa’da yaşayan iki kızın markası; La Bien Aimee Yarn & Notions. Ben araştırdığımda gerçekten şaşırdım. Neler var neler…

Hatırlarsınız belki, Harbiye’de bir pasaj vardı. Orada bir tuhafiye vardı. Annem, anneannem el işine meraklı olduğundan, anneannem çok güzel dikiş yaptığından, küçükken en çok ziyaret ettiğim yerlerden biriydi o pasajdaki o tuhafiye. Şimdi yok. Orayı hiç görmemiş olanlara nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Büyülü bir yerdi. Yok yoktu! Duvarlardan süzülen Goblenler, duvar boyu kurdela, düğme standları, yünler, ipler, danteller… Diyorum ya el işi cennetiydi şimdi orada değil. Yeni yerinde ama o büyüsü yok işte. O tozlu rafları yok mesela. O içerideki büyülü ortamı yok.




Buradaki tuhafiyedeki abla dedi ki, internet çıktı. Oradan alıyorlar. Toptancılar bile perakendede daha iyi satıyorlarmış internetten. Kapanan iplik fabrikasından bahsetti. O anlattıkça canım acıdı. Bende kapatıp gideceğim zaten dedi. Haklı sonuna kadar haklı. Hemen siz de içinizden şunu dediniz değil mi; “Ee onlarda girsin internete, Instagram mağazası açsınlar…” tabii açsınlar da nasıl? Ortalama annemin yaşında bir tuhafiyeci abla, diğeri ondan biraz daha büyük. Ben anneme bırakın sosyal medyayı bir mesajı, bir Whatsapp’ı anlatana kadar karnım çatladı. Çünkü biz kıyısından köşesinden içine doğduk bunların. Bizden sonrakiler daha doğdukları gün tanıştılar bu teknolojiyle. Yönlendirmedikçe, anlatmadıkça, bilgilendirmedikçe mümkün değil yapamıyorlar.

Elin gavuru için bu bir kültür, bir gelenek; varolanı yaşatmak! Yeni jenerasyon devralıyor. O birşeyler katıyor, sonra ondan sonraki derken işte 110 sene oluyor böylece… Bir genç olarak ben kendimde ciddi bir sorumluluk hissediyorum. Şimdi mesela bizlerden yani yeni nesilden biri annelerimize  “ben seramikçi olmak istiyorum dese?”, “terzi olmak istiyorum dese?”, “marangoz olmak istiyorum dese?” kaçımız gönül huzuru ile evet deriz? En iyi okullarda okuyalım, en iyi bilgiyi alalım yine ama gerçekten kalpten istediğimiz, gerçekten biz olabildiğimiz işi yapsak? Para mı? her türlü kazanılır… İnsan istediği işi yaptıktan sonra illaki kazanır. Mesela “bu burada işlemez” diyenler için ise İsmail Erzurumluoğlu’nun hikayesini okumalarını tavsiye ederim. Dünyaya ihracat yapıyor.

Buradan sözüm annelere babalara yani aslında ailelere… Maalesef gerçekten istediğimizi yapmak birçoklarına göre; top peşinde koşturmak, incik boncukla uğraşmak kadar bir gençlik hevesi elle tutulur, hayat kazanılacak bir şey değil. Daha iyi bir hayat; daha iyi diye nitelendirdiğimiz bir meslekle değil, ne ile mutlu oluyorsak, kalbimiz ne için yanıp tutuşuyorsa onu daha iyi yapmakla oluyor.

Bakın 2012 tarihli Vatan Gazetesi Sadık Gültekin köşesine demeç veren Psikiyatrist Prof. Dr. Bengi Semerci, ne diyor? 

“Bir insanın tüm yaşamı boyunca sevmediği ve mutsuz olduğu bir işi yapması, sanırım ona verilebilecek cezaların en büyüğüdür”.

“Ya Müge örgü ören kaç kişi var allasen…” ya da “Evde dikiş diken kaç kişi kaldı?” diyorsunuz değil mi? Pinterest’e bayılıyoruz ama. Oradaki fikirlere bayılıyoruz. Bir gün işi bırakıp o deli saçması şeylerle uğraşmak hepimizin ama hepimizin ortak gailesi adım gibi de eminim. Panolarınız var yastık modelleri biriktirdiğiniz, t-shirt işlemeleri biriktirdiğiniz, bahçe hobilerine yönelik, dekoratif eşyalara yönelik… Ve bir gün onları yapabilecek malzemeyi bulamayacaksınız. Hobi dediğimiz şeylerin malzemelerini bulamayacaksınız.

İplik firması olmayacak mesela. Düğme yapan da. O kumaşları o kaliteli kumaşları bulamayacaksınız.

“…

Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.

Senin değillermiş gibi davranacaksın.

Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.

Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.”

Ama ben korkuyorum. Bir gün onlar olmazsa diye korkuyorum.

Çözüm ne?
Esnafa destek. O küçük işletmelere, hala kendi yağında kavrulan, tükenmekte olan sanatlarımızı icra eden ve bunların  hammaddelerini satan insanlara bilgiyse bilgimizi bedavaya vereceğiz, gerekse onlardan alışveriş edeceğiz. İnterneti anlatacağız onlara, teknolojiyi. Destek olacağız. Herkes birine destek olsa hangisi kapatıp gider?

Aynı oluyoruz aynı. Giydiklerimiz, yediklerimiz, içtiklerimiz, dinlediklerimiz kısacası tükettiğimiz herşey aynı oldu. Farklı birşey yok. Bir gün sıkıldığımızda nefes aldığımızı hissedeceğimiz şeyler yapabilecek alanımız çok az. O montu giymek istemediğimizde farklısını bulabileceğimiz bir yer yok. Ya da o ayakkabı ayağımıza uygun olmasa da uygununu bulabileceğimiz yer yok. Var mı?

Eskiden, ki biz de hala vardır, kumaş alınırmış. Dikemeyen terziye gidermiş. Şimdi mesela bakıyorum evdeki terzi elinden ya da terziyle yarışan anneannemin diktiklerine yok onlardan. Öyle elbiseler yok! Öyle örgü kazaklar da yok. Bir tane işte, değerli! Bitsin istemiyorum o değerler. Ama bitiyor yavaş yavaş. Bir gün hepimiz şu an yaşadığımız tekdüzelikten sıkıldığımızda bunların hiçbirini yapamayacağız.



Romantik derler benim gibi insanlara belki. Bir evren kurarız biz hayalimizde öyle yaşamayı umarız. Ama öyle yaşadık. Ben isterdim kardeşimi mahalle maçlarından toplayalım, sokakta top oynasınlar. O özgürlüğü yaşamış olsunlar isterdim. Canları sıkılsın o sıkılan canlarını bahçenin bir köşesinde “yüz bin kez canım sıkıldı” dedikten sonra yine top oynamaya versinler isterdim. Çünkü şimdi ben “canım sıkıldı” diyen çocuk gerçekten görmüyorum. Bizim canımız sıkılırdı. Sıkılırdık ya! Sıkıntıdan bahçe suladığımı, sıkıntıdan anneanneme kollarımı uzatıp ipliklere sarındığımı bilirim, sıkıntıdan “ne yapalım?” diye düşünüp, bahçeye göl yapalım hareketiyle hiçbir şey yapamadığımızı sonra bir güzel dağıttığımızı topladığımızı bilirim. Sıkıntıdan bulutları izlediğimi o bulutlardan ne hayaller ürettiğimi bilirim.

Bakkallar şarküteriye evriliyor, tuhafiyeler butiklere, kahvehaneler kafelere… Sıkıntılar bitiyor. Ve bir gün gerçekten canımız sıkılacak bu yaşadığımız tekdüze hayattan ve o zaman sıkıldığımızda yapacak hiçbirşeyimiz olmayacak. Çünkü önce “insan sıkıldığında ne yapar?” sorusunu hatırlamayacağız, hatırladığımızda ise o yerleri bulamayacağız.

“…

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,

Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…”