Amsterdam’ı konu edeceğim bu yazıyı yağmurlu bir Cuma günü Londra’da kaleme alacağım hiç aklıma gelmezdi. Tecrübe(ler)imi sizlerle paylaşmadan önce, bu şehre tutulduğumu, Regent Street’in ara sokaklarında bulunan harika bir pub’da veya Londra sokaklarında zaman geçirmek yerine Amsterdam’ı anlatmak için tüm günümü ayırdığımı ifade ederek başlamak isterim. Şehirlerin bende bıraktığı bir sürü duygu olmasının yanısıra, Amsterdam platonik aşkınızı anlatmak gibi bir şey. O zaman günlük tadında başlayalım.

Bu yıl ilk kez Nisan ayının 21’inde Köln’de yaşayan yakınlarımın ziyaretinin ardından otobüs ile Amsterdam’a gittim. Şehrin sınırlarına yaklaştıkça yollarda sizi karşılayan ‘’özgürlük’’çağrıştıran grafitilerden ve Germen gotiğinden indie rock’a geçiş yapan radyodan epey yakınlaştığımızı hissediyordum. Merkezden yelpaze gibi genişleyen bir yapıya sahip olan şehirde dönüş uçağımız Schiphol Havalimanı’ndan olduğu için geceyi çok yakınında olan İbis Hotel’de geçirdik ve sabah 3 tam gün bizi bekleyen şehrin sokaklarını keşfe başladık.

Her Türk gencinin ‘’abi bu sene kesin gidelim yaa! ‘’ muhabbetine maruz kalan kırmızı ışıkları ve yeşil dumanları ile sıkça anılan şehir için bu tanımlama oldukça sığ kalıyor. Neden mi ? Şöyle ki ; (hukuk dilekçelerimin olmazsa olmaz sonuç-gerekçe giriş belirteci) UNESCO’nun dünya mirası listesinde olan kanalları, yan yana sıralanmış, kırmızı tuğlalı birbirinden modern Felemenk evleri, sanat harikası müzeleri, yemyeşil parkları, bisikleti temel ulaşım aracı yapan yolları, çiçek tarlaları, peynir ve bira fabrikaları, müziğinden sinemasına en kaliteli festivalleri ve daha sayamayacağım türlü güzellikleri içinde bulunduran ikonik bir şehri yalnızca fuhuş ve uyuşturucu ile anımsamak ona haksızlık olur da ondan.

Amsterdam’da ulaşım, alışveriş, yeme içme ve gezme ile ilgili bloglarda yeterince bilgi ve ayrıntı bulunduğundan bu yazıda yalnızca ‘’biz neler yaptık?’’ ondan bahsetmek istiyorum.Bir yaz insanı olan ben, ne olduğu belli olmayan havası ile tabiki Amsterdam’da da üşüdüğümden, outdoor aktivitelerim kursağımda kaldı. Bu nedenle ilk gün ne yazıkki Vondelpark’ı görmüş olalım diye bi turladık. Adresini bile ezberlediğim Prinsengracht 191 1015 DS’de yer alan Pancake Bakery’de 75 çeşit krepten (şaka değil) birini kahvaltı niyetine seçip , ayaküstü tanıştığımız gençlerle sohbet ettik. Ortalama boyları 1.80 olan ( abartı olabilir ama baya uzunlar ) Hollandalı arkadaşları kızlı erkekli bisikletleriyle görünce kıskansak da iki ay sonra aynı deneyimleri biz de yaşayacaktık. Burada yaşayan insanlar, bisikleti işe giderken, arkadaşları ile buluşmaya giderken, alışverişte vs. her yerde kullandıkları için çokça hızlı ve deneyimliler. Bisikletliler için ayrıca trafik lambaları mevcut. Bu yüzden Amsterdam’da bir yayaya bisiklet çarpma olasılığı, araba çarpma olasılığından hayli fazla. İlk gün Amsterdam halkının çılgın bisiklet trafiğine adapte olamayanlar, düşme ve çarpışma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı, aman dikkat!

Bir turist ( ve artık gezgin ) olmanın baş kuralı olan önceden yapılan araştırma ve hazırlıklar oldukça işimize yaradı.I Amsterdam Card almamış olsaydık hem daha fazla para harcayıp , hem de müzelerde metrelerce süren sıralarda günü öldürecektik.Bu kart Van Gogh ve Stedelijk Museum gibi müzelerin de içinde bulunduğu yaklaşık 40 müzeye giriş, kanal turu ve toplu taşıma araçlarını limitsiz kullanma gibi çeşitli olanaklar sağlıyor. İlk gün birçok önemli müzeyi içinde barındıran Museumplein bölgesinde, meşhur I Amsterdam yazısının hemen yanında ve Hollanda’nın en büyük sanat ve tarih müzesi olan Rijksmuseum’u gezdik. Özellikle, Frans Hals ve Jacob van Ruysdael  Vermeer, Rembrandt, Jan Steen gibi sanatçıların eserlerini görmek isterseniz, kesinlikle ziyaret etmelisiniz. Resimlerin yanı sıra 35 bin kitap ve el yazması içeren donanımlı bir kütüphaneye sahip olduğu gibi Hollanda kültürünün gelişimi gösteren sergi eserleri ile büyüleyici idi. Rijks’in hemen karşısında yer alan “Potato Eaters”, “The Bedroom”, “The Yellowhouse’’ eserlerinin orijinalini görebileceğiniz, Van Gogh müzesi mevcut. Rijks’te sanata doyunca, Coster isimli pırlanta müzesine geçiş yapıp, Van Gogh’u doya doya deneyimlemek için ikinci seyahatime bıraktım.

Müze işlerine biraz ara verip Kalverstraat ve Bijenkorf bölgesinde Lombardo’sta müthiş leziz silly cheese steak hamburger yedik. Burası Amsterdam Centraal Station’a en fazla 15 dk yürüme mesafesinde olan Dam meydanı aynı zamanda. Alışveriş yapabileceğiniz gibi, civarına yayılmış onlarca kafeden birinde oturarak akrobatları, müzisyenleri, merakla etrafı inceleyenleri kısaca etrafı gözlemleyebilirsiniz. Ben pek yerimde duramayan biri olarak küçük şehir merkezinde fotoğraf çekmeyi ve dar ara sokaklarında kaybolmayı tercih ettim.( hakkaten kayboldum, çünkü her yer birbirine benziyor)Akşam saatlerinde kanal kıyısında yer alan canım The Hardrock’ta müziğe doyup, manzaranın tadını çıkarttık.

İkinci gün meşhur rüzgargülleri, küçük balıkçı kasabalarını , peynir ve tahta fabrikalarını görebileceğimiz Hollanda kırsallarına yani Zaanse Schans, Marken ve Volendam’a gittik.Bu yerlerin arada kaynamasını istemediğimden ötürü, düşünce ve deneyimlerimden oluşan yazıyı bir sonraki sayıya saklıyorum..

Amsterdam’da son günümüz Cuma gecesine denk geldiği için, eğlence limitimizi hunharca zorladığımızı düşünüyorum. Eğlence demişken şehrin Red Light Street’inden ve Coffee Shop’larından biraz bahsedeyim. Bildiğiniz üzere Hollanda’da fahişelik legal.18 yaşın üstünde Avrupa Birliği vatandaşları bunu izin verilen bölgelerde bir meslek olarak icra edebiliyor. Bir yandan hiç kimse para için vücudunu satmak zorunda kalmamalı diye düşünenler olsa da, Amsterdam minimum ödemeler, yasal koruma ve zorunlu HIV testleri gibi iyileştirmelerle acımasız olan endüstriyi biraz daha iyileştirdiğini düşünüyor. Kırmızı fener sokağı diye tabir edilen yer, oldukça turistik ve lokallerin pek uğramadığı bi bölge. Vitrinde yer alan kadınların fotoğrafını çekmek yasak ve para cezası var.

Amsterdam’ı ilginç kılan bir diğer olay hepimizin malumu uyuşturucunun da legal olması. Sabah 7 de yürüyüşe çıktığımız andan itibaren, sokakta bulunduğumuz süre boyunca burnumuza gelen ve daha önce duyduğum hiçbir kokuya benzemeyen ( Londra’da Camden hariç ) ‘’ot kokusu’’ olayın ciddiyetini ilk gün anlamamızı sağladı. Herhangi bir köşe başında, ara sokakta, caddede ‘’Coffee Shop’’ görmeniz mümkün ve bu shop’larda alkol ve sigara satışı ve içilmesi yasak.

Her ne kadar Amsterdam card satın almış olsam da, Amsterdam’da bir kere bile toplu taşıma aracına binmedim . ’’Amsterdam’a gelen bir kere daha gelir.’’ sözünün öylesine söylenmediğini ise bu yıl yaklaşık sekiz ülke görmüş biri olarak, aklımda yine de bu şehrin izlerinin kalması ile anlayıp iki ay sonra Haziran ayında tekrar geldim. Amsterdam Schiphol havalimanı merkez istasyonuna direkt trenle bağlı ve yaklaşık 20 dk sonra ulaşıyorsunuz. Bu istasyondan Utrecht,Rotterdam ve Hague gibi şehirler yaklaşık 1 saat sürüyor.

Bu gelişimde uçaktan indiğim anı bırakın gece nerede konaklayacağımı bilmiyordum.Airbnb ile günlük ev kiralamayı düşünsem de, aramak için kaybedeceğim zamanı gezmek için kullandım. Leidseplein bölgesinde bir hostel bulup Kanada, İsrail, Malta ve İtalya’dan gelen gezginlerle tanışma fırsatı buldum. Onların buraya ilk gelişi olduğundan rehber olabilecek kadar şehri biliyordum artık.Temel yerlerin yanında genellikle lokallerin takıldığı bölgeler olan Jordaan, De Pijp ve Amsterdam Noord’ı sömürdük diyebilirim. Lijbaansgracht, Princsengracht, Brouwersgracht ve Rozengrach arasında kalan Jordaan bölgesi özellikle genç kesimin ve hipster’ların yerleşmeyi seçtiği bölgelerden biri olduğu için diğerlerine kıyasla burda hayli zaman geçirdik. Sanat galerileri, yeme içme ve eğlence mekanları ile popüler. Yine yakınlarda ikinci el cenneti olan Waterlooplein bölgesinde çok güzel vintage mağazalar var. Yaptığım tek alışveriş ise Japanse Winkeltie’den sevimli çay bardakları, demlik, kupa, kimonolar ve hatta origami kağıtları satın almak oldu.

Heineken Experience, zeki Hollandalılar tarafından kullanılan bir pazarlama tekniği ile, insanların gezebileceği, biranın yapım aşamalarını öğrenebileceği, eğlenebileceği bir alan. Ancak , Nisan soğuğunda yapamadığımız dışarı etkinlikleri çokça olduğundan, Haziran’ın ortasında iç mekanlarda zaman geçirmedik. Reflex sanat galerisi ve Openbare Bibliotheek denen terapi kütüphanesi dediğim muazzam yerler hariç!

Amsterdam’da son günümüz olan gece, gece hayatının iki ana bölgesi olan Rembdandtplein ve Leidseplein’de harika müzik festivallerine şansa denk geldik.Havanın 11’de karardığı, insanların evlerinden müziğe eşlik ettiği, halkının çokça mutlu olduğu ve yakın arkadaşlar edindiğimiz bir akşam olması dolayısıyla bu festivalleri çok sevdim.

Neler yapamadık veya yapsak güzel olurdu? iamsterdam.com sitesinde ‘’What’s On’’ sayfasından bakıp hazırlıklı gelmeme rağmen Concertgebouw konserlerine ve Eye Film Instituut film festivallerine katılamadım. Gouda peyniri alamadım. ( son paramla bi Fransızdan bisiklet kiraladım ) Anne Frank müzesine gidemedim. Ancak,gittikten sonra dönmemek, döndükten sonra tekrar gitmek için 50 tane sebep üretmenize neden olacak, yer yer özgürlüğün -somut- bir kavram da olabildiğini hissettirebilecek bu şehire gelmek için hala bahanelerim var gördüğünüz gibi.

Bu yazıyı yazabilmek için fotoğraflara bakıp, günlükleri okurken Londra’da saat öğlen oldu bile. Siz bu satırları okurken ben Westminster’da bulunan St.James Park’a gidip sincap besleyeceğim. Hayatta var olan bütün kötülüklere bir direniş olan çocuk ruhumu kaybetmememe ve farklı yerler görüp deneyimleyebilmenin beni hala heyecanlandırabilmesine her gün şükrediyorum. Eğer sizde wanderlust genine sahip iseniz, ( ki bu yazıyı sonuna kadar okuyabildiyseniz bence öylesiniz ) satın almanın değil deneyim sahibi olmanın tadını çıkartmak için bu şehri bi görün derim. Bir sonraki sayıda görüşebilmek ümidi ile..